Ben bir Hicim by Metin Münir - HTML preview

PLEASE NOTE: This is an HTML preview only and some elements such as links or page numbers may be incorrect.
Download the book in PDF, ePub, Kindle for a complete version.

index-36_1.png

34

Delik gittikçe büyür ve sonuçta, eğer dikkatli iseniz, bugünlerde İstanbul'un

birçok yerinde (örneğin Dolmabahçe Beşiktaş arasındaki caddenin

kaldırımlarında) gördüğünüz ağaç manzaraları ile karşılaşırsınız: Çamurlu

bezle sarılı çınarlar. Bezlerin altında küçük birer sandal büyüklüğünde

kovuklar var. Bahçıvanlar onların içerisini samanlı çamur ile doldurduktan

sonra bezle sardılar. Bu, kovuğun büyümesini yavaşlatacak ve ağacın

ömrünü uzatacak.

Eğer çınarlar zamanında doğru dürüst budanmış olsalardı, böyle

gövdelerinin yarısını kemirmiş kovukları olmayacaktı.

Yere en yakın çıkıntıyı hayalimdeki testere ile keserken ağacın kokusu

geliyor burnuma. Her ağaçta iki tür madde var. Bunlardan biri ağacın

metabolizması; yani emdiği sudaki maddeleri, güneş ışığıyla besine

dönüştürüp hazmetmesine yarıyor. Bir de ağacın neden biriktirdiği, hâlâ

kesin olarak bilinmeyen başka maddeler var. İşte bu ikisinin kokusudur

burnuma gelen, ağacı hayalimde budarken.

Kestiğim yere hayali bir avuç dayıyorum. Islak ve yumuşak. Cebimden hayali

budama bıçağımı çıkarıp kesiğin kenarlarını düzeltiyorum ki, iyileşmesi

kolay olsun. Çünkü ağaç hemen kendini tedaviye başlayacak. İnsan vücudu

nasıl yarayı hemen kapatmaya girişirse, ağaç da aynı şeyi yapar. Budama

bıçağımla yaptıklarım yarasının kapanmasını kolaylaştıracak.

Daha sonra ağacın gövdesinde büyük dallar arasından fışkıran küçük dalları

buduyorum ki ağaç rahat güneşlenebilsin. Aksi takdirde dala boğulacak.

Altta kalan dallar kuruyacak.

Ağacın üzerindeyim artık.

Birkaç yerde eskiden kötü budanmış dallar var. Dalları gövde ile birleştiği

yerden keseceklerine gövdenin 30-40 santim ilerisinden kesmişler. Bunlar

da çürümüş.

Çürük gövdeye işlemiş. Onları da gövdeye yakın bir yerden kesiyorum. Daha

yukarılarda kuru, büyük bir dal var. Onu da kesiyorum. Onun da çürüğü

ağacın içine yürümüş.

Bütün bunları yaptıktan sonra ağaçtan aşağıya iniyorum ve testereyi yanıma

uzatıp ağaca bakıyorum. Hem ben rahatladım, hem de o. Ben rahatladım

çünkü yanlış olan doğru, sağlıksız olan sağlıklı, çirkin olan güzel oldu. Ağaç

bana "sağ ol ahbap, eline sağlık, şimdi çok daha iyiyim," demedi ama kendini

daha iyi hissettiğini biliyorum.

Ağaçlar, hayvanlar, balıklar, kuşlar, bütün canlı yaratıklar, nefes alıp veren

her şey aynı yıldız tozlarından meydana geldi. Değişik gibi görünüyorlar ve

aralarında genetik duvarlar var ama hepsinin içinden tespihin içinden geçen

ip gibi, aynı şey geçiyor. Çimenlere uzanıp gökyüzüne baktığımızda nasıl

içimizde birşeyler kıpırdanıyorsa, belki çimenlerin de bizleri üzerinde

hissetmekten dolayı içlerinde bir şeyler kıpırdanıyordur.

Kalkıp arabaya doğru yürüyorum. Ağaç, onu zamanından önce öldürecek

kötü

budanmışlığı

ile

arkamda

kalıyor.

İstanbul'un

caddelerinde,

Ben Bir Hiçim

index-37_1.png

35

parklarında ve korularında böyle çok ağaç var. Kötü budanmış. Hastalıklı.

Kırık. Büyümesi mümkün olmayan yerlere dikilmiş.

Bu şehri 1453'ten beri idare ediyorlar ama hâlâ ağaçlarına bakmayı

öğrenememişler. Belki her yıl İstanbul'un fethini kutlamak için harcadıkları

paraları bahçıvan yetiştirmek için kullanmak akıllarına gelir bir gün.

ROXY MUSIC

Cenevre’deki evinin balkonunda saksı içinde yetiştirdiği esrarı mutfaktaki

eski bir çay kutusunda saklardı.

Onun çalıştığı kuruluşa ara sıra yazı yazardım ve zaman zaman, Londra’ya

giderken, birkaç günlüğüne, onu görmek için, ortasındaki gölden gökyüzüne

su fışkırtan bir çeşme bulunan o kente uğrardım.

Beni havaalanından alır, ofisteki işlerin bitirilmesinin ardından bir yerlerde

yemeğe götürürdü, çoğu zaman başka çalışma arkadaşlarımızla beraber.

Bir gün – bir yaz günü – Avrupa’nın o upuzun gün ışıklı akşamlarından

birinde, beni evine götürdü.

Kanarya sarısına boyalı bir Wolkswagen Beetle arabası vardı. Şoför

koltuğunun yanındaki koltuğu, şimdi hatırlayamadığım veya hiçbir zaman

öğrenmemiş olduğum bir nedenle, söktürmüştü. Arka koltukta oturmak

zorundaydınız. Bu muhteşem rahat bir yolculuk fırsatı yaratıyordu. Bir

Londra taksisi müşterisi gibi ayaklarınızı uzatıp, kollarınızı göğsünüze

bağlayıp cümlelerinizi sarı, kıvırcık saçlı başının arkasına yöneltiyordunuz.

Bir takım merdivenler tırmanmış olmamız lazım, ama hatırlamıyorum. Bol

akşamüstü ışıklı bir salona girdik. Buzdolabından bir şişe beyaz şarap

çıkardı ve balon büyüklüğünde şarap bardaklarına doldurdu. Plakçalara bir

plak koydu. Plağın kabında, kolunun üzerinde av şahini bulunan miğferli bir

kişinin arkadan görünüşü vardı. Çok yüksek bir yerde – sanki de bir uçağın

kanadında – kıpırdamadan, aşağıdaki bulutlara bakıyor gibiydiler.

Buğulu bardak elimde evin içinde – üstünü değiştirirken yatak kapısının

önünde, yemek pişirirken mutfakta, salonda – konuşarak peşinde dolaştım.

Plak bittikçe arkasını, bitince gene arkasını çeviriyordu.

diyorlar: Bu iki kişilik bir oyun,

ama bu şarkı benden

ne olur uzak dursun

çok sevmiştim o zaman

ve çok uzun hüzün

Yemek bittikten sonra, mum ışığında mutfağa gidip çay kutusunu getirdi.

Bir sigarayı yavaş yavaş yarıp tütünlerini çıkardı. Esrarla karıştırdı ve kalın

bir sigara sardı. Sigarayı yakıp derin bir nefes çektikten sonra mumların

arasından (hayatımın ilk esrarlı sigarasını) bana uzattı.

Ben Bir Hiçim

index-38_1.png

36

Sesi mısır püskülü gibi yumuşaktı: “Derin bir nefes al, ciğerinin dibine çek

ve dumanı orda tut.”

Aniden dünyanın nüfusu iki kişiye iniverdi. Dönen gezegen değil salondu.

Çekingenlik, korku, şüphe, endişe, güvensizlik, hüzün şuurun paletinden

silindi. Müzik duyulan değil içinde bulunulan bir şey haline geldi. Halı yatak

kadar yumuşak, gülmek kolaydı.

Ertesi gün Londra’ya uçarken plağın şarkıları gecenin buğusu ile bulanık

aklımda dönmeğe devam ediyordu.

Aradan yıllar geçti. Müzik ve plağın kabındaki miğfer, şahin ve bulutlar hiç

aklımdan çıkmadı ama albümü kimin yaptığını unuttum. Sonra bir gün

arabada Açık Radyo’yu dinlerken spiker o unutulmuş kelimeleri bir sihir gibi

telaffuz etti: Roxy Music. Arabayı kenara çekip kelimeleri not defterime

kaydettim unuturum kaygısıyla.

Akşamleyin evde Amazon.com’a girince Roxy Music’in Avalon adlı

albümünün bir hafta sonra disk olarak yeniden piyasaya çıkacağını

öğrendim. Yirminci yıldönümünde.

Bu yazıyı yazarken – evde yalnız ve sokaktan kurban derilerinin Türk Hava

Kurumuna bağışlanması gerektiğini hatırlatan megafonlu arabalar geçerken

– o albümü dinliyorum.

... bu şarkı benden

ne olur uzak dursun

çok sevmiştim o zaman

ve çok uzun hüzün

Kredi kartımı ve pasaportumu cebime koyup, üstümü değiştirmeden, bir

taksiye atlayıp havaalanına gitmek geçiyor içimden. Ama hiç bir zaman geri

dönülemeyeceğini biliyorum: Yaşamak geri dönüşü olmayan bir sürgündür.

AKIL OYUNLARI

Öğleden sonra yazı yazmaktan ve evde oturmaktan iyice sıkılınca sinemaya

gitmeye karar verdim.

Capitol sinemalarına telefon edip Russell Crowe'un oynadığı ‘A Beautiful

Mind’ veya Akıl Oyunları (Niye "Güzel Bir Akıl" değil, İngilizcesi'nde olduğu

gibi, Allah bilir) adlı filmini 15.50 de görebileceğimi öğrendim.

Saat üçü on geçiyordu. Arabaya atlayıp Capitol'e gittim. Sıra başı bir bilet

aldım. Kitapçıda biraz dolandım. Biletimi kestirip salona girdim.

Biletimde 13/1 yazıyordu. Orada bir adam oturuyordu.

"Yerimde oturuyorsunuz" dedim.

Ben Bir Hiçim

index-39_1.png

37

"Biri de benim yerime oturdu."

Adamı şiddet veya diplomasi kullanıp yerine gitmeye ikna etme havasında

değildim. "Ben de başkasının yerine oturayım o zaman" dedim. Arkasındaki

boş koltuğa oturdum.

On saniye sonra ışıklar söndü. Yirmi saniye sonra iki bayan, gözleri

karanlığa alışamamış insanların tedirgin yürüyüşüyle merdivenleri yavaş

yavaş çıkıp yanı başıma park etti.

"Numaralar da görünmüyor" dedi biri. Diğeri "Dur bir saniye" dedi. İçinde bir

şeyler aranan bir kadın çantasının çıkardığı sesler duyuldu. Birazdan küçük

bir el fenerinin küçük ışığı koltuğuma vurdu. "Yerimizde biri oturuyor" dedi

el fenerli ses. "Boş ver. Biz de arkasına oturalım öyleyse."

Anlaşılan onlar da benim gibi, dış politikalarını hır çıkarmak yerine araziye

uyup karakolluk olmadan filmi seyretmek üzerine bina etmişlerdi.

Kadınlar arkamdaki koltuklara otururken onların da arkasından başka bir

bayanın sesi geldi. "Benim de yerime oturdular."

İlginç.

Acaba sinemada herkes başkasının yerinde mi oturuyordu? Bu, dünyadaki

herkesin bir başkasının yerinde oturduğu tek sinema olabilir miydi? Belki de

sinema tarihindeki herkesin bir başkasının yerinde oturduğu tek sinemada

bulunuyorduk. Ve farkında olmadan sinema tarihine yeni bir "ilk" ilave

ediyorduk.

Salona ilk giren kendi koltuğu yerine bir başkasının koltuğuna oturdu ise.

Bu yer, ikinci gelen kişinin yeri idi ise. İkinci kişi üçüncünün yerine oturmak

zorunda kaldı ise. Ve bu, tesadüfen, zincirleme herkesin bir başkasının

yerine veya kendi biletindeki yerden başka bir yere oturmasına neden olmuş

oldu ise. Olabilirdi.

Böyle bir şeyin olmuş olmasının matematiksel olasılığı ne idi?

Bunu benim bulmam olanaksız. Bunu ancak birkaç saniye sonra başlayacak

filmin konusu olan Amerikalı matematik dehası John Nash çözebilir, bu

kadar salak bir problemi kafa yormaya değer bulursa tabii.

Nash, Princeton Üniversitesi'nde 21 yaşında bir öğrenci iken rasyonel insan

davranışını açıklayan önemli bir teori geliştirdi. Nash Dengesi olarak bilinen

bu teori daha sonra ekonomide birçok olay ve davranışı açıklamak için

kullanıldı.

Film matematik ve şizofreniyi anlatıyormuş gibi görünüyordu ama esas

konusu sevgi ve saygı idi. Hayat matematik ve fizik ile değil, sevgi ve saygı ile

yürüyordu: Eşe, işe, arkadaşlara, çevreye duyulan sevgi ve saygı. Nash'in bu

nefis filmde anlatılan hayatı bunun bir kanıtı idi.

Ben Bir Hiçim

index-40_1.png

38

Ve bu hayat, sinemada başkasının yerine oturan adamın saygısızlığını

gerçek perspektifine oturtuyordu.

Yargı sistemine saygısı olmayan emekli generaller, Çetin Altan'ın ustalığına

saygı duymayan hödükler, oyu ile iktidara geldikleri halkın parasını çalan

politikacılar, "en büyük asker bizim asker" naraları ile sessizliği kirletenler,

pencereyi açıp gol kurşunu sıkanlar.

Sinemada başkasının yerine oturan adam, bu ve bunlar gibi sayısız

saygısızılık ırgatlarından sadece biri idi. Olması gereken yerde olmayan

insanlardan müteşekkil bir toplum olduğumuzu sembolize ediyordu.

ÇOCUKLARI DİNLEMEK (1)

Eşim Almanya'da bir müzik seminerine gidince çocukların anneliği de bir

haftalığına bana geçti.

Sabahleyin saat 06.00'da kalkıp kahvaltılarını hazırladıktan sonra 06.20'de

onları uyandırıyorum. Mayıs ayında dokuz yaşına basacak olan Selim erken

uyandırılmaktan nefret ediyor. Gece zor uyuyor, sabah zor kalkıyor.

Ondan iki yaş küçük olan Sara tam tersi. Başını yastığa koyar koymaz

uyuyor. Sabahleyin dokunur dokunmaz kalkıyor ve bıcır bıcır konuşmağa

başlıyor... Bir kat aşağıdaki banyoya iniyoruz. Giyecekleri elbiseleri geceden

hazırlayıp halının üzerine serdim, iki küçük küme halinde. Yüzlerini yıkayıp

giyiniyorlar: Bir kat daha aşağı inip mutfaktaki kahvaltı masasına

oturuyoruz. Onlar yemeklerini yerken ben de çayımı içiyorum. Sonra bir kat

daha aşağıya inip minibüslerinin gelmesini bekliyoruz.

"Okuldan nefret ediyorum!"

"Ben de!"

"Okul otobüsünden nefret ediyorum!"

"Ben de!"

"Her şeyden çok ev ödevinden nefret ediyorum!"

"Öğğğ. Ben de!"

"Okulun bir tek iyi tarafı, orada arkadaşlarının olması."

"Evet."

"Niye okula gidiyoruz ki. Orada bir şey öğrenilmiyor."

"Evet. Evde daha iyi öğreniliyor."

Ben Bir Hiçim

index-41_1.png

39

Merdivenlerde oturmuş onları dinliyorum ve gözümün önüne büyük yeşil bir

bahçe, arkasından deniz görünen ağaçlar, ağaçların tepesine konmuş

saksağanlar, dallarda uçuşan serçeler, bulutsuz bir gök ve adam boyu kır

çiçeklerinin arasında koşuşan iki çocuk geliyor.

Minibüsün geldiğini, motor homurtusundan anlıyoruz. Saat 07.10. Kapıyı

soğuk, yağmurlu ve karanlık bir güne açıyorum. Çocuklar kendileri kadar

ağır çantalarını yüklenip, içi uykulu gözlü çocuklarla dolu minibüse

biniyorlar. Saat 15.00 civarında döndüklerinde ben bazen evdeyim, bazen

değilim. Yemek yer yemez hemen ev ödevlerini yapıyorlar (anneleri onları iyi

terbiye etti).

Sonra oynamaya başlıyorlar. VCD ya bir DVD seyrediyorlar. Bazen geceyi

bizde geçirmek üzere sınıf arkadaşlarını getiriyorlar.

Çocuklarla anneleri yokken birlikte olmanın değişik bir yoğunluğu var.

Anneler, farkında olmadan, baba ile çocukların arasına görünmez bir set

çekiyor. Onlar olmayınca çocuklarla aranızdaki hudutlar kalkıyor.

Akşam saat 18.00'de Nuriye Hanım'ın hazırladığı masaya oturuyoruz.

"Keşke cennette yaşıyor olsaydık," diyor Selim, yemeğini bitirdikten sonra.

"Cennet de ne?" diye soruyor Sara.

"Hiç savaş olmayan bir yer," diye cevaplıyor Selim.

"Hayvanları öldürmüyorlar. Para yok. Denizler pis değil."

Saat 19.00'da yukarıya çıkıyoruz. Dişlerini fırçalayıp pijamalarını giyiyorlar.

Su Bebekleri'ni okumaya devam ediyorum. Ben okurken Selim oyuncakları

ile oynuyor, Sara resim yapıyor. Saat 20.00'yi biraz geçe ışığı söndürüyorum.

Anneleri yokken benim odamda, yere serili bir şiltenin üzerinde birlikte

uyuyorlar.

Birkaç hafta önce bir arkadaşımızın arkadaşı olan Christine Beckermann

adlı bir İsviçreli kadın misafirimiz oldu ve çocuklarla tanıştı. Ülkesine

döndükten sonra bana şu e-mail'i yolladı:

"Çocukların söyledikleri, bazen rüyalarımızda yaşadıklarımıza benzer –

anlaşılması kolay değildir. Hayatın öncesine ve bitişinden sonrasına dair

şeyler anlatabilirler. Onları anlayabilecek misiniz?"

Birkaç gün sonra Almanya'da oturan bir başka arkadaşımdan, Canan'dan,

bir e-mail aldım.

"Ben bir konuda çok sıkıştığımda hep oğluma soruyorum ne yapayım diye.

Bunu hamileliğimden beri yapıyorum. Ve şu anda çok üzülüyorum, artık

nerede ise yetişkinler sınıfına katılacak, normal mantıklı insanlardan biri

olacak diye. Oğlum kırık dökük Almancasıyla bile partnerime bir rüyasını

anlatmaya uğraşacak kadar iç dünyası ile ilgili, kendiliğinden... Ve benim

başöğretmenim."

Ben Bir Hiçim

index-42_1.png

40

ÇOCUKLARI DİNLEMEK (2)

Cumartesi. Öğleden sonra kalabalığında birinci köprüden karınca

adımlarıyla Anadolu Yakası’na geçiyoruz.

Arkada üç küçük yolcum var. Kızım Sara, 7, oğlum Selim 9 ve en iyi

arkadaşları Sam, 8. Biraz evvel onlara Plaza Hotel’de geç bir öğle yemeği

verdim. Ondan önce de bowlingde idik. Keyifleri yerinde. Eve vardığımızda ne

yapacaklarına karar verdiler bile.

Çocukların aralarında geçen konuşmaları dinlemeye bayıldığım için çenemi

tutuyorum.

Kısa bir sessizlikten sonra aşağıdaki konuşma geçiyor.

Sara: “Hayattaki en önemli şey sevgi ve arkadaşlıktır.

Sam: “Hayattaki en önemli şey arkadaşlık ve evim.”

Selim: “Arkadaşlık ve okul.”

Sara: “Okuldan nefret ediyorum.”

Selim: “Okulu seviyorum ama ev ödevinden nefret ediyorum.”

Sara: “Okuldan da nefret ediyorum ev ödevinden de.”

Sam: “Okulu da ev ödevini de seviyorum.”

Konu arka vitese geçiyor:

Selim: “En kötü şey savaş ve atom bombaları.”

Sam: “Savaş ve fakirlik.”

Selim: “Evet. Fakirlilik, savaş ve atom bombaları. Çok zengin olmalıydık. O

zaman parası olmayanlara para verirdik.”

Sara: “En kötü içinde sevgi olmayan insanlar.”

Paramızı ödeyip köprüyü geçiyoruz. Yol artık açık. Işıklardan sola dönüp

İcadiye Caddesi’nden eve varıyoruz.

Oğlanlar acele ile ayakkabılarını çıkarıp ahşap merdivenlerde büyük

gürültüler çıkararak yukarı koşuyorlar.

Sara ayakkabılarını çıkarırken ona soruyorum: “Nerden çıkardın bu

hayattaki en önemli şey meselesini?”

“Sevgi çok önemli,” diye cevap veriyor.

Bir avuç kadar olan başını kaldırmış yüzüme bakıyor. Gözlerinin içi gülüyor,

garip bir şekilde. Benimle dalga geçtiğine eminim.

Ben Bir Hiçim

index-43_1.png

41

Çocukların aralarında geçen konuşmayı eşime naklediyorum. Bir süre

susuyor. Sonra şöyle diyor: “Çocukların söyledikleri bir pınardan çıkan suya

benziyor – berrak ve ilk defa güneş yüzü gören. Acaba herkes bunun

farkında mı? Çocukların ne kadar orijinal olduğunu herkes biliyor mu?”

Augusta daha sonra çocukların anneler tarafından babaları ile yalnız

bırakılmalarının önemi hakkında konuşuyor.

“Çocuklar genellikle hep anneleri ile birliktedirler,” diyor. “Her şeyleri için

annelerine gelmeyi öğreniyorlar. Anneler de bunu teşvik ediyor. Baba resmin

dışında kalıyor. Anneler, babalar ile çocuklar arasında bir barikat gibi.

Zaman zaman annenin uzaklaşıp çocukları babaları ile bırakması lazım.

Baba ile çocuklar arasında konuşma ve bağ tesis etme annenin olmadığı

zaman başlıyor. Bunu birçok anne anlamıyor. Birçok baba da anlamıyor.”

Feylesoflar arasında kaldım.

Ama doğru. Çocukları dinlemiyoruz, tabii. Dinlesek, belki, onları kendimize

benzeteceğimize biz onlara benzerdik.

PENCEREMİN ALTINDA SEVİŞENLER

Onları biraz önce yatak odamın penceresinden sevişirken gördüm.

Evimden toprak yol ile ayrılan tarlanın kenarında, zeytin ağaçları

budandıktan sonra atılan dallar ve onların arasından çıkıp kuruyan bahar

çiçeklerinin meydana getirdiği bir tepecik var. Orada sevişiyorlardı.

Boyları iki metre olmalıydı. Renkleri katran siyahı, karınları beyazdı. Sıcak

öğleden sonra güneşi altında, üzerine güneş vuran bir deniz gibi parlıyorlardı

yılanlar. Kuyruklarının ta ucuna dikilmişlerdi. Dişi erkek paralel biçimde

dans eder gibi ileri geri sallanıyorlar, birbirlerine sarılıp saç örgüsü gibi

oluyorlar, birlikte yere yıkıyorlar sonra gene yükselip sallanmaya ve örgü

olmağa devam ediyorlardı. Bunları yaparken kuru dallardan ve otlardan

müthiş bir hışırtı çıkarıyorlardı.